Image2008’de başlayan küresel ekonomik kriz, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında kitlesel yoksullaşma ve işsizliği beraberinde getirdi. 30 yaşına kadar ailesinden kopamayan, güvencesiz koşullarda çalışa(maya)rak altı ayda bir işsiz kalan, emekli olması uzak bir hayal haline gelen “600 Euro gençliği”nin öfkesi bu dönemde ortaya çıktı. 2011 yılı boyunca İspanya’dan Yunanistan’a kadar Tahrir’den etkilenen meydan işgalleri yaşandı. Meydanları işgal eden bu kitle kendisine “Öfkeliler” ismini taktı. Bunun nedeni Fransız sosyal demokrat Stephane Hessel’in yazdığı “Öfkelenin” isimli kitaptı.

94 yaşındaki Hessel, gençlere, neo-liberal masallara inanmamalarını, onurları ve gelecekleri için, bunları ellerinden alanlara karşı öfkelenmelerini, harekete geçmelerini öğütlüyordu. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünü, şaşırtıcı bir berraklıkla ortaya koyan Hessel’in öfkelenme çağrısı ise barışçıl gösterilerle sınırlıydı. Bundan dolayı olacak ki, bu kitabın yarattığı etki egemen sınıfları çok korkutmadı. Ana akım medyada uzun uzun kitap tahlilleri yapıldı, Hessel insanlara tanıtıldı. Ancak son dönem Avrupa’da yaygınlaşan bir kitap var ki, her yeni bir dile çevrildiğinde düzen bekçilerinin yürekleri bir kez daha hopluyor: Yaklaşan İsyan.

Yaklaşan İsyan

Bundan birkaç ay önce, ABD’nin muhafazakar ve cumhuriyetçi televizyon sunucusu Glenn Beck, Fox TV’deki programında 7 dakika boyunca bu kitabı tanıttı. Dünya kapitalizminin düştüğü sefil durumdan yakınan Beck, Görünmez Komite tarafından yazılan Yaklaşan İsyan isimli kitabın ABD’de yayınlanmasını bir felaket olarak yorumladı. Kitabın kapitalizme karşı açık bir şiddet çağrısı olduğunu, ekonominin durumundan yararlanmak isteyen teröristlerin elini güçlendirdiğini, böyle kitapların yayınlanmaması gerektiğini telaş içinde anlattı durdu (Bence kitabın en etkili tanıtımı bu programda oldu, böyle sıkıcı yazılar okumak yerine Youtube’tan bu videoyu bulup izleseniz daha iyi olur). Görünmez bir komite tarafından yazılan bu kitap nedeniyle, 2008 yılında Fransa’nın Tarnac köyünde komünist bir komün kuran dokuz kişi tutuklandı. Tutuklanma nedenleri sadece kitabı yazdıklarından şüphelenilmeleri değil, aynı zamanda kitabın hedeflerinden birini, yani elektrik ağlarının sabote edilmesini gerçekleştirdiklerinin iddia edilmesiydi. Bu süre içerisinde kitabı yazdığı iddia edilen Julien Coupat üzerinde yoğun bir medya manipülasyonu işletildi. Fransa’nın en büyük ilaç şirketinin genel müdürünün oğlu olan ve en iyi okullardan mezun olan Coupat’nin itibarı -ve dolayısıyla kitabın itibarı- medya eliyle yıkılmaya çalışıldı. Peki, Hessel’in kitabının aksine düzen bekçilerini de öfkelendiren bu kitap neden bu kadar etkili oldu?

Şehrin devridaimini sekteye uğratmak

Yedi bölüm şeklinde yazılmış kitap, insan yabancılaşmasından, eğitime, çalışmaktan, şehir ve kır ilişkisine kadar birçok konuyu radikal bir şekilde ele alıyor. Kapitalist pazarlama yöntemlerinin insan kişiliği üzerinde yarattığı yabancılaşmayı, düzen tarafından hergün yeni bir rolle donatılmamızı, zeki olmayı çarpık ilişkilere uyum sağlamakla ölçen anlayışı yerden yere vuran kitap, “kendi kendilerini idare etmeyi reddedenler için depresyon bir hal değil, politik ayrışmaya doğru bir geçit, vazgeçme, dışarı adım atmadır.” diyerek insanları bu cendereden çıkmaya çağırıyor. “Öfkelenin” kitabının aksine Yaklaşan İsyan, felaketin insanlara iş bulunamamasında değil, işin kendisinde olduğunu söylüyor: “Felaket yok edilmesi, kökü kazınması gereken her şeyde, işin var olmanın tek yolu olmasında yatıyor.” Neo-liberalizm öncesi üretim ilişkilerinin dağıldığını ve otantik bir işçi sınıfının kalmadığını savunan kitap artık ekonomik üretimin toplumun bütün kesimlerini içine alan bir süreç olduğunu vurguluyor: “Günümüzde iş, mal üretiminin ekonomik gerekliliğinden çok, üretici ve tüketiciler üretmenin, iş düzenini mümkün mertebe korumanın politik zorunluluğuna bağlıdır. Artık bireylerin iş gücünden ziyade kendisini satması, yaptığı işe değil olduğu şeye, toplumsal kodlarımızın eşsiz derin bilgisine, ilişki kurma becerilerimiz, gülümsememiz ve kendimizi ifade ediş şeklimize ücret ödenmesi mümkün hale gelmiştir.” Görünmez Komite, devrimci bir ayaklanmanın, büyük metropollerin bağrında günden güne geliştiğini söylemekte. Devrimci ayaklanmanın ortaya çıkışının ilk adımı ise metropolün devridaim mekanizmasını sekteye uğratmak, yani ulaşım, elektrik ve iletişim ağlarının sabote edilmesi. 2002 yılında ABD’li liman işçilerinin, arkadaşlarının işten çıkartılmasını engellemek için yaptıkları on günlük liman işgalinin, ülkeyi bir milyar dolar zarara uğratması bu konuda örnek olarak veriliyor.

İyi kapitalizm mi, başka bir dünya mı?

Kapitalizmin zor bir durumda olduğunu, insanların kapitalizme olan güveninin sarsıldığını artık en pespaye burjuva yazarları dahi söylüyor. Ortalık, savurgan ekonomik yönetimlerin eleştirilerinden geçilmiyor. Bu konularda yazan hemen herkes daha adaletli ve insani bir kapitalizm istiyor. Biraz daha radikal olanlar, insanların adaletli kapitalizm için öfkelenmesini söylüyor. İşte Yaklaşan İsyan, kapitalizmin adaletli ve insani olamayacağını, onu hemen bugün, iş ve insan ilişkilerinden başlayarak yıkmak gerektiğini söyleyerek diğer eleştirilerden ayrılıyor. Krizin değil kapitalizmin kendisinin bir felaket olduğunu savunan Görünmez Komite, çalışmanın reddedilmesini ve her alanda komünist komünler kurulması çağrısı yapıyor. Geleneksel sol örgüt anlayışlarını radikal şekilde eleştiren kitap, “Kendiliğindenlik fetişizmi ile örgütsel denetim arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz” diyor. Kurulan komünlerin derhal ilkyardımdan dövüşmeye kadar eğitimlere başlaması gerektiği, komün üyelerinin “sosyal ortam” diye tabir edilen “devrimciliği sindirme merkezlerinden” koşar adım uzaklaşması tavsiye ediliyor.

Yaklaşan İsyan, öfkelenmek yetmez, harekete geçmek gerek diyen bir kitap. Ancak sadece bir retorik kitabı değil, aynı zamanda günümüz kapitalizmini radikal bir teoriyle inceleyen bir tahlil kitabı niteliğinde. Görünmez Komite bu kitapla herkesi sesini yükseltmeye çağırıyor. Çünkü “devrimci hareketler bulaşma yoluyla değil yankılanma yoluyla yayılır.”

Ethem Yenice

ImageLeyla ile Mecnun dizisinin “Erdal Bakkalı” Cengiz Bozkurt’la gerçekleştireceğimiz söyleşimiz için sabahın erken saatlerinde Kireçburnu’ndaki dizi setinde buluştuk. Erken saate rağmen bizi karşıladığı sıradaki enerjisi görülmeye değerdi. Kendisiyle dolu dolu bir röportaj yapabilmek için çekimlerinin bitmesini beklediğimiz sırada dizi setini de gözlemleme şansımız oldu, oyuncularından set çalışanlarına kadar hepsinin sıcaklığı ve samimiyeti bu dizinin başarısının nereye dayandığını göstermiş oldu. Cengiz ağbinin her çekim arasında gelip bizimle ilgilenmesi ise bizi ayrıca mutlu etti. Erdal bakkal sahnelerinin çekimleri biter bitmez Cengiz ağabey ile Kireçburnu’nda içilen çay eşliğinde keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisiyle, “Devrimci hayata müdahil oluşundan, tiyatro hayatının başlangıç süreçlerine, üniversite dönemlerinden ve Erdal bakkal sürecine kadar birçok konuda konuştuk.

13 yaşında siyasete başladığınızı dile getirmişsiniz? Siyasete başlamanızda nelerin etkisi oldu?
Biz o dönemde çok sıkışmış ve sıkıntılı bir zaman aralığında yaşadık. İnanılmaz olaylar ile karşılaşabiliyorduk. Öyle bir zamandı ki 15-16 yaşındaki insanlar militanken 18 yaşındakiler okul sorumlusu, mahalle sorumlusu 20-21 yaşındakiler neredeyse şehir sorumlusu 23 yaşındakilerin bölge sorumlusu olduğu bir dönemdi.  Çocukluk dönemi olmasına rağmen zamanın hepimizi çok erken olgunlaştırdığı bir dönemdi. Bu nedenle bizler de ağabeylerimizin ablalarımızın fırtınalı hayatının peşinden sürüklendik. Biz tam arada kalmış kuşağız. 1964-1965 yıllarında doğanlar olarak maalesef o dönemde daha reşit olamamış ama bütün mücadeleyi de görmüş 15-16 yaşındaki çocuklardık. Ben Ankara Tabip Lisesi’nde lise sondayken darbe olmuştu. Okulumuz oldukça politize bir okuldu cuntaya karşı elimizden geleni yapmaya çalıştık. Sonuçta bir cadı avı başlamıştı, üniversitelilerden bize sıra gelmiyordu. 81’de liseyi bitirdiğimiz zaman herkes birbirini kaybetti ya da operasyonlar sonucu izini kaybettirdi. Daha sonra ODTÜ’ye girdim. ODTÜ’de de 84’te darbe sonrası üniversitelerdeki ilk öğrenci derneklerini kurduk. ODTÜ çok politize bir okul olduğu için ilk kurulduğu sırada öğrenci derneğine 650 kişi üye olmuştu. Ama yapılan dar politikalar ve çekişmeler sonucunda bu sayı hiç yukarı çıkamadı. Ve 90’larda çalışmamız tekrar dibe vurdu. 90 yılına geldiğimizde de ben yurtdışına gittim.

2011 seçimlerinde YSK engel olmasaydı ÖDP’den  milletvekili adaylığınız olabilirdi. Bu süreç nasıl başladı?
Ben ÖDP’nin kuruluşundan beri üyesiyim. Ergin Yıldızoğlu ve ben ÖDP’nin iki Londra delegesiydik. Ayrılıklar, içe dönük politikalar derken tekrardan başa dönmüş gibi olduk. Belki de biz bize başlasak daha iyi olabilirdi. Milletvekili adaylığı sürecine gelirsek, Alper Taş seçim döneminde beni aradı ve bu konu hakkında görüşmek istediğini söyledi ve hızlıca gelişen bir süreç oldu. Amacımız parlamentoya girmek ve milletvekili olmak değildi tabi ki bir siyasi çalışmanın devamını getirmekti.

Popüler bir dizide oyuncusunuz. Popüler kültürün içindeki tiyatro sanatçıları, ne kadar inandığı düşünceler de olsa, taraf olmamak için genelde siyasetten uzak dururlar. ÖDP milletvekili adaylığını bir risk olarak görmediniz mi?
Hayatta böyle riskler almadan yaşayamazsınız ve sosyalist ve devrimci politikalarda yürütemezsiniz. Korkarak ve kendini saklayarak yaşamak bize yakışmayan kavramlardır. Nasıl bir aileden nasıl bir siyasi çizgiden geldiğimiz bellidir ve buna bağlı olarak nerede durduğumuz ve ne yaptığımız her zaman nettir. Ben her zaman kendimi Devrimci Yol ailesinin bir parçası olarak gördüm. Yurtiçinde ve yurtdışında o uzantıda politikalar yapmaya çalıştım.

Biraz diziye yönelirsek; üniversite gençliği tarafından oldukça sevilir ve takip edilir bir noktadasınız. Üniversiteliler ile bu teması nasıl sağladınız?
Biz Türkiye’de komedi anlayışının tıkandığı noktada bir boşluğu doldurduk. Birikmiş suyun bir yere doğru açılması gerektiği bir yerde biz bir kanal açtık, o kanaldan su boşalmaya ve kendine bir mecra açmaya başladı. Seyirci ile birlikte de karşılığını buldu. Uzun süredir mizah dergileri ile yetişmiş kuşaklar böylesine bir mizah anlayışını zaten bekliyormuş, ihtiyacı varmış. O ihtiyaç ve beklentinin neticesinde böyle bir talep ve sahiplenme ile karşılaştık. En çok sahiplenen kesimde başta üniversiteler oldu. Üniversiteliler sahip çıktıktan sonra toplumun tüm katmanlarına yayıldı. Toplumun her kesiminden seyircilerimiz var. Leyla ile Mecnun’un önemi öyle bir noktaya geldi ki; sağdan soldan, türbanlı türbansız, laik İslamcı her kesimin sahiplendiği bir dizi olduk. Özellikle gençlerin ve her zaman genç kalanların birlikte gülebildiği bir kara komedi, absürt ya da gülme efektsiz komedi diye isimlendirebileceğimiz bir dizi oldu. Beni sevindiren taraf Türkiye insanını bir konuda birleştirebilmek oldu. Yazının devamını oku »

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Mikail Boz’un, Ekşisözlük’e yazdığı metinler nedeniyle okuldan altı aylık uzaklaştırma cezası alması sonrası iletişim fakülteleri çok konuşuldu. Yönetim baskısının yanında niteliksiz eğitim ve en önemlisi mezuniyet sonrası işsizlik baskısıyla karşı karşıya kalan iletişim fakültesi öğrencilerinin sayısı günden güne artıyor. “Torpille” ya da şans eseri bir medya kurumunda işe girebilen iletişim mezunlarını ise, sektörün “hoş olmayan” çalışma koşulları ve ilişkileri karşılıyor. Özellikle tek parti iktidarı sonrası yeniden şekillenen medyanın habercilik etiği de bu işi yapmak isteyenlerin korkulu rüyası oluyor. İletişim fakültesi öğrencilerinin bu ortak dertlerini Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Arsan’la konuştuk.

Marmara İletişim öğrencisi Mikail Boz’un, okulun dekanını ekşisözlük’te anonim bir kimlik üzerinden eleştirmesi nedeniyle altı aylık uzaklaştırma cezası alması çok konuşuldu. Bu süreçte yapılan yorumlarda sürekli “en fazla özgür olması gereken fakülte” olarak iletişim fakülteleri gösterildi. İletişim fakülteleri neden özgür olmalı? Onu diğer fakültelerden ayıran şey ne?

Ben de aynı görüşteyim. Ama temelde düşünce özgürlüğü açısından, üniversite total olarak özgür olmalı. Çünkü üniversite fikir üretilen, düşünce üretilen, bilim üretilen bir yer ve bilimde sansür olmaz. Fakat iletişim fakültelerinin farkı, onların ifade özgürlüğü tarafını da temsil etmesi. Özellikle içerik üretmek söz konusu olduğunda, yaygın veya alternatif medya kanallarından yazılı, sözlü ve görüntülü içerik üretmenin pratiğinin de yapıldığı bir yer iletişim fakültesi. Aynı zamanda iletişim fakülteleri olanı değil, olması gerekeni öğreten fakülteler, yani biliyorsun temel çelişkimiz budur iletişim fakültesi hocaları olarak, biz burada öğrenciye bir takım ilkeler anlatırız, gazetecilik şudur gazetecilik budur, haber şöyle hazırlanır, haber kaynağı böyle kullanılır ve bunun etiği, tekniği şudur, kimden nasıl bahsedeceksin, nasıl sıfat kullanmadan haber yazacaksın, nasıl cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi olmayacaksın, nasıl dengeli ve adil olacaksın, bunlar da işin etik tarafları. İletişim fakültelerinden böyle, özellikle öğrencilerin kendilerini ifade ediş biçimlerine karşı sansürcü bir bakış açısı yükseldiği zaman daha çok tereddüt ediyoruz. Yani tabii ki, sosyoloji bölümünden söz gelimi bir yüksek lisans öğrencisinin Kürt meselesine ilişkin bir konuyu çalışması engellenmiş olsa, orada düşünce ve bilim özgürlüğünü savunuruz, ama iletişim fakülteleri hocaları öğrencilerin ifade özgürlüğünü engellediği zaman, özellikle sosyal medyada bir takım çelişkilerini, endişelerini dile getirmelerini engelledikleri zaman, tabii ki hakaret iftira yalan karalama, içermediği müddetçe, o zaman rahatsız oluyoruz. Çünkü iletişim fakültelerinde biz derslerde sansürcü olmamayı, baskıcı rejimlerde gazetecilik yapmanın ne kadar zor olduğunu, gazetecilik bağımsızlığının çok önemli olduğunu öğretiyoruz. Ama tabi bütün bunları yaparken, biraz önce söylediğim gibi etik, teknik meselelere bağlı kalarak gazetecilik yapmak gerek, kimsenin kimseye hakaret etme, kimsenin kimseyi aşağılama, kimsenin kimseyi yalan haberle prestij kaybına uğratmaya hakkı yok. Ama olgusal gerçeklik üzerinden, delillerle, belgelerle, haber kaynaklarına dayanarak, enformatif bir şeyler yazılıyorsa, o zaman orada da durup, ne yapalım bu da ifade özgürlüğü dememiz gerekir. İçerik üretimi yerleri olduğu için iletişim fakülteleri önemli. Yazının devamını oku »

Dr. Özgür Uçkan

İstanbul Bilgi Üniversitesi

Alternatif Bilişim Derneği

Dijital aktivizm yararlı mı zararlı mı diye tartışmak yerine, onu nasıl daha yaratıcı, etkili ve derinlikli bir şekilde kullanırız sorusunu sormak daha mantıklı… Belki de bir süre sonra “dijital aktivizm” yerine düz bir biçimde “aktivizm” diyeceğiz; çünkü aktivizmin her türü zaten dijital ortamı ve ağ yapılarını doğal olarak kullanıyor olacak.

“Dijital aktivizm”, farklı aktivizm türlerinin internet kullanımına verilen genel bir isim. Terimin “internet aktivizmi”, “e-aktivizm”, “siber aktivizm” gibi farklı kullanımları da var, ama dijital aktivizm yerleşmiş görünüyor. İnternetin aktivist kullanımı ise, belli bir amacın savunusu, bu amaç etrafında veya belirli bir eylemi gerçekleştirmek için örgütlenme, amaca yönelik mesajları bir iletişim kampanyası çerçevesinde kitlelere iletme, amaç doğrultusunda lobi faaliyetleri gerçekleştirme, internet üzerinde eylem gerçekleştirme (boykot, site karartma vb.), amaca yönelik kaynak toplama / fon oluşturma, hükümetler veya şirketlerin faaliyetlerini izleyerek düzenli olarak raporlama (watchdog) gibi temel aktivist faaliyetlerin, başta sosyal medya olmak üzere geniş kitlelere gerçek zamanlı bilgi akışı ile ulaşmaya imkan tanıyan alanlarda veya blog, vlog, podcast, video, fotoğraf paylaşım siteleri gibi alanlarda gerçekleştirilmesi anlamına geliyor.

Yukardaki bu temel faaliyetlerin yanı sıra, dijital aktivizmi, dijital ortamı / interneti, bu ortamın dışındaki, sokaktaki faaliyetler için bir iletişim ve örgütlenme platformu kullanmak ve doğrudan dijital ortamın / internetin kendisiyle sınırlı faaliyetler için kullanmak olarak da ikiye ayırabiliriz. İlkine herhangi bir amaçla gerçekleştirilecek bir protesto yürüyüşünü Facebook ve Twitter üzerinden örgütlemeyi, ikincisine de interneti sansürleyeceği, baskılayacağı düşünülen bir yasal düzenlemeyi protesto etmek için blogların, internet sitelerinin kendilerini belli bir mesajla geçici bir süre karartmalarını örnek olarak verebiliriz.

Dijital aktivizm, daha internet ortada yokken, ilk ağ deneyimlerine kadar izi sürülebilecek bir oluşum. ARPANET zamanlarında, yani Pentagon ve belli üniversiteler arasında kurulan ilk ağ döneminde, 1960’ların sonunda, bu ağın geliştirilmesine katılan bilim adamları ve öğrenciler sosyal medyanın ataları diyebileceğimiz e-posta grupları kurmuşlar, buralarda bilim-kurgu vb. yanı sıra politika da tartışıyorlar, örgütleniyorlar, yani “dijital aktivizm” yapıyorlardı. Nitekim dijital aktivizmin ilk biçimlerinden “kripto-anarşizm” (anonimliği korumak için bireylerin güçlü şifre algoritmaları kullanma hakkını savunan ve bu sistemleri herkesin erişimine açan anarşist bir hareket), “siber-punk” (80’lerde distopyan bilim-kurgu içerisinde doğmuş ve politikaya doğru genişlemiş bir yeni-punk hareketi), “hacktivizm” (“hacker etiği” temelinde bilginin özgür dolaşımını için hack’leme faaliyetlerinde bulunan politik hacker hareketleri) gibi gruplar bu çevrede doğdu. Yazının devamını oku »

AKP’nin ustalık dönemi, adına yaraşır şekilde devam ediyor. Artık alışıldık bir vaka haline gelen operasyonlarla, ev baskınlarıyla her ay birçok Kürt siyasetçisi, öğrenci, gazeteci, akademisyen gözaltına alınıyor. Teknolojik olanaklarla hayatın her alanına hakim olan polis, savcılara pek iş bırakmayarak, neredeyse iddianameleri kendisi yazıyor. Ergenekon, Balyoz ve darbe soruşturmalarında, her türlü muhalefetin aynı torbaya sıkıştırılmak istenmesi nedeniyle, düzenin pisliğine dibine kadar bulaşanlarla, AKP’nin hıncınının hedefi olanların ayrıştırılması zorlaşıyor. Bundan beş-altı sene evvel, gözaltına alınırlarsa iktidarın tepesinde büyük çatışmalar olur, denilen insanların aylardır hapiste tutulması, ne eski iktidar sahiplerini, ne de ona saygıda kusur etmeyenleri rahatsız etmiyor. Büyük bir ideolojik yeniden yapılanma kendisini her alanda gösteriyor.

Yeni iktidarı ve onun faaliyetlerini meşrulaştırma işi tabii ki kitle iletişim araçları eliyle yapılıyor. İddianameler hazırlanmadan, sanıklar hakkındaki iddialar manşetlerden veriliyor, mahkeme daha karar açıklamadan ilgili karar televizyonlardan duyuruluyor. Başbakanın mitinglerde yaptığı manipülatif konuşmalar günler öncesinden bu gazete ve televizyonlarda pişiriliyor. Dünya hala Embedded (iliştirilmiş) gazeteciliğin etiğini tartışırken, Türkiye’de ortaya çıkan tetikçi gazetecilik, olması gereken olarak sunuluyor. Mehmet Baransu’nun, derin bağlantılarından gelen belgeleri gazete sayfasına dizmekten ibaret olan “gazeteciliği”, geçer akçe olarak kabul ediliyor. Geçmişin tarafsızlık ve profesyonellikle övünen NTV gibi kanalları, sessiz sedasız akıntıya kapılıp gidiyor. Yazılı ve görsel medyada gün geçtikçe daha fazla tek sesleşme yaşanırken, bu bloğun dışındaki medya organları ise, patronlarının ekonomik çıkarlarının peşinde bir oraya bir buraya sürükleniyor. Kısacası eskiden insanların sadece kafasını bulandıran ana akım medya, şimdi midelerini de bulandırıyor. Yazının devamını oku »